Osmanlı döneminin önemli yazarlarından biri olan Filibeli Ahmet Hilmi tarafından kaleme alınan bu eser sufi felsefesini yalın bir halde bizlere aktarmaktadır. Özellikle islam aleminde çeşitli tartışmalara konu olan Vahdeti Vücud felsefesi hakkında bilgiler sunan bu çalışma Ahmet Raci ve Aynalı’nın kendini bulma arayışını hikaye tarzında anlatıp, bizleri deruni düşüncelere sevk etmektedir. Hikayenin ana karakteri olan Ahmet Raci felsefeye ağırlık verdiği dönemde çevresinden soyutlanarak kendini şaraba ve çeşitli düşüncelere doğru sürükler. Raci’nin kendini arayış serüveni arkadaşlarıyla arasına mesafe koyup ruhuyla sürekli bir teffekkür alemine dalmasıyla başlar. Herkesten soyutlanıp münzevi bir hayat yaşayan Raci böyle bir günde vardığı bir mezarlıkta Aynalı adında bir meczubla karşılaşır ve böylece Aynalı ile eserin ana kaynağını oluşturacak olan Vahdeti Vücud felsefesindeki maceraları da başlamış olur.
Dünyanın başı boş bir yer olmadığını ve insanın bir amaç çerçevesinde şekillendiğini düşünen kişiler genellikle “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Ruh nedir? İnsanın varlığı neyi ifade eder?” gibi türlü türlü sorularla varoluşlarını sorgulamaktadırlar. Bu soruların sayısı artsa bile hiçbir zaman sorulan soruların cevapları net olarak alınmamıştır. Cevaplar her ne kadar alınmamış olsa da bu soruların muhattapları zamanla münzevi bir hayata bürünüp, cevapsız sorularla varlıklarını sürdürmüş ve nihayetinde ruhlarıyla baş başa kalma yüceliğine erişebilmişlerdir.
Vahdeti Vücud felsefesine göre tüm varlıklar birdir ve varlıkların tümü tek bir yerden doğmuştur. Yani hakikatte gördüğümüz her şey bir hiçten ibaret olup sadece Allah’ın varlığı tek gerçektir. Ve yeryüzündeki her şeyde bu tek gerçek etrafında şekillenmiştir. Vahdeti Vücud düşünürleri bu durumu insanın geçmişte bir hiç olup, gelecekte de bir hiç olmasına bağlayarak böylece aslında insanın hiçbir zaman var olmadığı teziyle savunmaktadırlar. Ve bunu genellikle karanlık bir odada yakılmış tek bir sigara örneğiyle güçlendirmeye çalışırlar. Karanlık bir odada bir sigara yakıldığında tek bir kırmızı nokta görünür, fakat bu sigaraya bir ip bağlayıp onu çember durumda hızlıca döndürünce tek bir noktadan ziyade bu kez karşımıza yuvarlak bir çember çıkmaktadır. Bir çemberin oluşumu ise bilime göre yüzlerce hatta belki binlerce noktanın(Buna bilgisayar literatüründe pixel diyoruz) yan yana gelişiyle oluştuğu ifade edilir. Bu düşünceye göre Vahdeti Vücud fikrini benimseyen kişiler Allah’ın tek bir hakikat olduğuna iman edip onun gerçekliği etrafında insanın hilkatinin oluştuğunu düşünürler. Aslında sadece insan değil, yeryüzündeki herşey Allahın varlığıyla oluşmaktadır. Ve bir bakımda tek gerçek Allah olup onun dışındaki her şeyin birer hiçten yani tabiri caizse hayalden oluştuğunu da savunurlar.
Bu durum her ne kadar İslam aleminde tartışma konuları arasında yer almış olsa da İslam alimleri bu felsefeyi benimseyen kişileri ; örneğin Muhyiddin Arabi gibilerinin bu fikri benimsemelerini ilahi aşka bağlamaktadırlar. Yaşadıkları manevi yoğunluk baz alınarak onları bu ihtilaflı fikirlerden muaf tutmuşlardır.(İslam alimleri bu gerekçeyi Arabi’nin Vahdeti Vücudu İlahi aşkın sarhoşluğuyla dillendirip tam anlaşılmamasına bağlamaktadırlar.) Fakat böyle bir manevi duyguya sahip olmadan yani fenafillah duygusuna erişecek kadar Allah’ın sevgisini içinde barındırmadan bu düşünceyi savunanları yine alimlerimiz bu durumu kişinin imanını tehlikeli bir noktaya götürecek bir düşünce akımı olarak belirtmişlerdir.
Vahdeti Vücud hakkında kısaca bilgiler verdikten sonra eser hakkında biraz detay vermek istiyorum. Kitabı okuyunca gerçekten bazı noktalarda zihnimizin artık düşünme yetisini kaybettiğini ve daha ilerisine gidemediğini idrak edebiliyoruz. Ahmet Hilmi’nin bu eseri kaleme aldığı esnada yaşadığı duygu selini en az esere beslediğim haz kadar merak etmekteyim. Çünkü eser bazı noktalarda gerçekten “Akıllı bir kişinin kaleminden bu sözlerin çıkması mümkün değildir” düşüncesine bizleri sevk etmektedir. Ahmet Raci’nin kendi ruhunu bulmaya çalışırken yaşadığı maceralar bizleri derin düşüncelere sevk etmekle beraber insan ruhunu tanımanın güzelliğini gözler önüne sermektedir. Tabi eserde de geçtiği gibi kişi bu ruhu görünce artık dünyadan tamamen kopuk bir hayat yaşayıp meczub olarak yaşamını sürdürmekle yetinir. İnsan ruhunu tanıyınca koca evrenin içinde aslında koca bir hiç olduğunu ve etrafında şekillenen tüm varlıkların da bir hiçten ibaret olduğunu görmektedir. Bu minvalde eserde de anlatıldığı gibi Ahmet Raci çeşitli maceraların ardından ruhunu tanıdıktan sonra tamamen meczup olup sonunda tımarhaneye kapatılmaktadır.
Kitaptan bazı alıntılı sözleri ekleyerek yazıya bir bakımdan güzellik katmak istiyorum. Örneğin Ahmet Raci’nin çevresiyle arasına mesafe koyup ruhani bir bütünlüğe yol aldığı esnada arkadaşlarıyla yaşadığı bir olay şu şekilde kitapta yer almaktadır;
“Fazla dalgın kaldığımı fark eden bir arkadaş;
-Yine neyin var? Dedi.
+Hiç dedim.
Bu “Hiç” yalnız şu andaki durumu açıklamak için söylenmemişti. Ağzımdan çıkan bu “Hiç” sözü evrenin özelliğiydi.”
Bu alıntı da görüldüğü gibi Ahmet Raci henüz Aynalı ile tanışmadan önce bile Vahdeti Vücud felsefesinde zirve konumda olan hiçlik kavramı üzerinde kafa yormaktaydı. Gerçekten yaşadığımız acılar, üzüntüler, mutluluklar yani kısaca hayatımızın tümünün bir gerçeği var mıdır? İnsan bunu derinden düşününce gerçekten kendini bir rüyanın için de bulabiliyor. Sanki koca bir hayalin içinde yaşıyormuşuz da ölünce bu rüyadan uyanacak gibi oluyoruz. Aslında hayat çoğu zaman bizler için bile gerçek ile düş arasında yer almaktadır. Yeri geliyor biz dahi çoğu zaman yaşadıklarımızın gerçek mi yoksa düş mü olduklarını kavrayamıyoruz.
Kitapta ilgimi çeken bir diğer nokta ise Raci’nin Yokluk Tepesine çıkarken karşılaştığı güzel periler olmuştur. Raci perilerin güzelliğine aldanıp onlarla belli bir zaman kaldıktan sonra perinin aniden bir cadıya dönüşerek “Karşısında diz çöktüğün, varlığını ve ruhunu teslim ettiğin çirkin yüzlü cadıya, yani dünyaya git!” sözü beni ayrıca düşündüren bir cümle olmuştur. Aslında cadı bu sözlerle Vahdeti Vücud düşüncesiyle dünyaya nasıl bir hayal çerçevesinde baktığımızı da göstermektedir. Her ne kadar dünyaya zaman zaman bir hayal veya çirkin yüzlü bir cadıymış gözüyle bakmış olsak bile yine de kendimizi bu dünyanın içinden koparamıyoruz. Bir bakımdan ne tümüyle bu evrenin içindeyiz ne de dışında…
Kitapta ilgimi çeken bir diğer husus ise Raci’nin Anka Kuşunun üzerinde kainatı araştırmaya çalışırken “Yalnız yandıktan sonra yok olup rahat edecek miyiz? Yoksa yine başka bir anlam kazanıp, başka şekilde sonu gelmez boşlukta dolaşıp duracak mıyız?” sözü olmuştur. Zira bu söz kainatın yaratılışından beri zihinlerde varlığını sürdürmüş ve kişiyi gerçekten gelecekte onu bekleyen muallak durumun ne olacağı hakkında tefekkürlere itmiştir. Sadece felsefeyle ilgilenenler değil, düşünme yetisini elde eden her varlık bu soruyu en az bir defa kendine muhakkak sormuştur. Her ne kadar bu sorunun cevabını peygamberler aracılığıyla öğrenmiş olsak da yine de gelecekteki konumumuz bizleri korku ve ümit arasındaki bir belirsizliğe itmektedir.
Kitapta ilgimi çeken bir diğer yer ise Aynalı’nın yeni doğan bir kedi için sevinip onun doğumuyla şenlik düzenlemesi olmuştur. Raci sadece basit bir kedinin doğumuyla bu mutluluğunun gereksiz olduğunu dile getirmiş olsa da Aynacı’nın ona karşı sarf ettiği sözler gerçekten bir kedinin doğumunun mutluluğa değer olduğunu bizlere öğretiyor. Aynacı yeni doğan bir kedi için Raci’ye şu sözleri sarf etmektedir;
“Azizim, insanlar mantık dediklerini her şeyi ayırt etmek için, her dediklerini akla uydurmak için ortaya çıkarmışlardır. Şimdi sana desem ki falan yerin kralının bir oğlu dünyaya gelmiş. O millet eğlence yapıyor. Bu sözlere hiç şaşırmaz ve belki de bunu pek normal karşılarsın. Ancak bir düşün. Düşün ki;
Birinci olarak, çocuğun yaşayıp yaşamayacağı bilinmiyor,
İkinci olarak, iyi bir insan olup olmayacağı da bilinmiyor,
Üçüncü olarak, insan olduğu için iyiden çok kötülüğe yöneleceği de olası.
Dördüncü olarak, kral oğlu olduğu için kibirli, bencil ve biraz cahil olması da beklenir. Şimdi saydığımız bu özelliklere sahip olan bir çocuk için eğlence yapılışına ses çıkarmazken “Zararsız”ın dünyaya gelişi, iki kişinin de mi sevincine değmez.”
Kitabın başka bir kısmında ise Cabilsa diye bir şehirden bahsedilir. Bu şehir doğuda yer alıp tasavvuf da Allah’a ulaşmanın ilk aşaması olan bin kapılı efsanevi bir şehir olarak kabul görülmektedir. Raci bu şehre gidip her zamanki gibi ruhunu arayarak çeşitli maceralar yaşar ve bu maceraların sonunda bu düşten uyanırken karşısında Aynalı’nın ney üfleyip bir şiiri seslendirdiğini görür. Aynalı’nın seslendirdiği bu şiir yine bizleri Vahdeti Vücud düşüncesinin kucağına itmektedir. Herşeyin tek bir varlıktan oluştuğu ve çokluğun bile hakikatte bir olduğunu gelin bu şiirde görelim;
“Hep ikilik birlik için
Bak iki göz bir görüyor!
Bir ise dirlik için,
Bak iki göz bir görüyor!
Ruh-u ceset, arş ü felek,
İns ü peri cin ü melek,
Birlik için hep bu emek.
Bak iki göz bir görüyor!
Şerrinden eyle hazer,
Vaktini boş etme güzer,
Aleme bir eyle nazar,
Bak iki göz bir görüyor!
Sen de seni sen de seni,
Bil ki budur “Allemeni”,
Birleye gör can ü teni.
Bak iki göz bir görüyor!”
Eser hakkında daha birçok güzel alıntıya yer verip üzerinde yorum yapacaktım yalnız bu yazıyı birkaç ay önce Diyarbakır’da yazmıştım ve şuan paylaşmak için siteye eklemeye çalıştığımda yarıda kaldığını gördüm. Her ne kadar tamamlamak için kitabı aramaya çalışsam da bi türlü bulamadım, kitabı bulduğumda yazıya yeni güncellemeler ekleyeceğim. Amak-ı Hayal hakkında yazacaklarımı şu anlık bu kadar.. Aşağıdaki yorum kısmına yazıyı veya siteyi yeren yorumlar yapabilirsiniz 🙂
Üstadım çok güzel açıklamışsın, kalemine kuvvet 🙂
Eywallah abi, teşekkürler 🙂