Youtube’da açtığım bir memleket müziği eşliğinde biraz efkar depolayarak netten haberlere bakayım dememle başladı her şey.. Aslında tam olarak böyle başladı denilmez. Son birkaç yıldır sanki bir düşün içinde yaşıyormuş gibiyim. Sanki yaşadığımız her şey bir rüya.. Ve bu rüyanın başrol oyuncusu ben, bu benin içinde bir hiçlik…
Hayat denilen durakta her şey bir varlığın içinde anlamsızlaşıyor. Ölüm, hayatın kendisiyle anlamsız hale geliyor. Memleket, evimizin nerede olduğu sorusuyla varlığını kaybediyor. Aşk, gerçek olana sevgiyle anlamını yitiriyor. Örnekler saymakla bitmez, içinde var olduğunu sezdiğimiz her ne varsa yaklaştıkça bir yokluğa dönüşüyor. Yani bu dünyada anlamını yitirmeden var olan bir şey yok.. Sanki her şey anlamsız, sanki her şey bomboşmuş gibi geliyor. Monoton bir yaşama aksiyon katmak için sarf ettiğimiz çabalar bile zamanla monoton bir hal alıyor..
Tüm bu düşünceler beynimizi kemirirken son yıllarda bilhassa 2020’in gelişiyle haberlerdeki hayatlarda kalbimizi acıyla kemirmeye başlıyor. Başlangıçta da dediğim gibi youtube açıp haberlere bakayım derken twitterdan bilişim formuna oradan ta mizah sitelerine kadar karşılaştığımız her şey bir felaket halinde bizi karşılıyor. Sosyal medyanın bunaltıcı haberlerinden bıkıp sıklıkla takıldığım bir bilişim formunda bilgisayarla alakalı konular okumak varken 2 dakika içinde hayattan 5 acıklı hikâye okuyorum.
Bir bilişim sayfasında taciz haberinin ne işi var derken başka bir kullanıcının aynı sitede ölümcül hastalığa yakalanma hikayesine denk geliyorum. Bunlardan sıyrılıp başka konulara bakmak adına “Lütfen konuya bakar mısınız?” başlığı ilgimi çekiyor ve bu başlıkta bilgisayarla alakalı bir şeyler bulabilirim düşüncesiyle konuya giriyorum. Beklediğim başlıktan bağımsız bir babanın ailesini ve çocuklarını geçindirmenin zorluğu ve hayatını hiçe sayacak bir şekilde iş isteğine tanık oluyorum. Tüm bunlar sadece bir bilişim formunda karşıma çıkanlar. Haberler veya sosyal medyadaki olaylar hepimizin malumu..
Nasıl bu hale geldik? Nasıl ruhsuz birer ceset yığınları halinde yaşar olduk. Bizi birbirimize kenetleyen tek bir iyi noktamız dahi kalmadı. Herkes kendi koyununu gütme telaşında ki onu bile başaramıyor. İmrenerek hayatlarına bakacağımız adamlar hep mazide mi kaldı? Hayatı kendilerinde anlamlı bir hale getiren Mahabad’ın evlatları, Hindikuş dağlarının aslanları ve Melik Ahmet caddesinde kurşunu arkadan yiyen kahramanların diriliş muhtevasıyla hayatı yaşama maceralarını bir daha göremeyecek miyiz? Yokluğun içinde mutluydular onlar, ölümün içinde yaşam buldular. Bir namlunun ucuna gül ektiler de bu diyarlardan göçtüler. Ya bizler? Bizler ne için yaşıyoruz ki hayatımızın anlamını, yaşamın mutluluğunu ve ölümün sırrını bir türlü bulamıyoruz..
Sahi yaşam ve ölüm nedir bizler için? İnsan hayatı boyunca birkaç kemik ve etle kalbini(kanla) sulayarak bir bedenin içinde gerçekten var olabiliyor mu? Var olmanın ölçüsü kan ise ölmenin ölçütü nedir? Ölüm kutsal, kan kutsal ve insanoğlu eşrefi mahlukattan da kutsal.. Tüm bu kutsallıklar içerisinde biz nerde yer alıyoruz. Kainatın kutsalı içerisinde atfedilmişsek bize heyecan veren bir ruhumuz neden yok?
Acılar, ıstıraplar bizi çepe çevre sarmışken, iyiliğin selasını okuyup en iyilerimizi bir bir feda etmişken bizi hayatta tutacak geriye ne kalabilir ki bazı haramlara karşı çıkmaktan başka? İçimizdekileri kusacak daha neler anlatılabilir ki bilemiyorum fakat iyilerin günden güne tükenişi ve maske çağında çifte maske takanların varlığı bizi daha da acıklı bir sona götürüyor. Yaşadıklarımızdan ve yaşayacaklarımızdan bağımsız bizi doğru yola ileten iyileri kaybetmekle daha ne kadar yaşayabiliriz ki..
Buraya isyan etmeye, yaşadıklarımı veya acılarımı paylaşmaya değil, sadece toplumun genel ruhunu yansıtmak için yazıyorum. Ölümler, ıstıraplar, tükenişler, hastalıklar ve zulümler içerisinde arka fonda açtığım müzikle beraber bende bir kez daha “Adaletin bu mu dünya?” diyorum..